Ağustos 07, 2016

Bozuk Satıh

Bozuk asfalt üzerinde sebepsiz yere giden adımlarım, plak üzerinde yolunu bulan iğne gibi; eninde sonunda evin yolunu buluyor. Kaç köpek kovalamış, kaç davulcu geçmiş, kaç ay doğmuş ve batmış hiç bir önemi yok. En zor kısmı ise o deliğe, ufacık deliğe gözümde büyüyen belki de o an insana kullandığı en büyük anahtarmış gibi gelen rastgele tornalanmış alüminyum alaşımı metal plakayı sokmaktı. 30 yılı geçkin bir süre oldu, hala becermiş değilim.

Sabahın ilk ışıkları ile eve girmenin iki güzel yanı var. Birincisi az önce bahsettiğim anahtar mevzuununu, günün ilk ışıkları ile aşmanın daha kolay olması. Tabi dolunay var ise, bir istisnadır. Senelerce o dolunay, sahnedeki bir oyuncu gibi vurmuştur üzerime. İkincisi ise uyumamak için artık başka bir bahane kalmamıştır. Hava aydınlanmış ve insanın kendine söylediği tüm bahaneler tükenmiştir. Artık uyumamak için daha fazla sebep kalmamıştır.

Tüm bunları düşünmek için bir kaç dakikam olmuştu. Koca bir şişenin sonuna gelindiğinde, belki ufak bir tereddüt içerse dahi şüphelerin ortaya kalktığı tuvalet molasından bana kalan bir kaç dakika. Düşündüklerimi yaşayacağım bir gece mi olacak derken, ıslak tütünü parmaklarının arasında sardığını görünce niyetini anlamıştım. Hiç bir kelime etmeden, o bozuk asfaltın üzerinde bu kez sebep bulmuş adımlarla kim bilir nerede açık bulacağım bir bakkalı aramaya kalkıştım.

Yine düşünmeye fırsat verecek bir yolculuk. Tüm şartlar olgunlaşmış, denizde dalga, havada rüzgar ve bulutların arasından sırıtan dolunay. Bir kaç kadeh fazla içmenin önemi olmadığı bir gece; şüphesiz ki edilen her söz gibi kandaki o her damlanın boşa gitmediğini biliyorduk. 

Ağustos '16 / 1
07.08 / 00:29

Mart 22, 2015

Ortanca

Tam karşımda ayak parmaklarını oynatarak otuyuordu, bacaklarını ceviz ağacından yapılma sehpanın üzerine uzatırken. İkili kanapenin sağ minderinin üstünde, kültablası tam kucağında sardığım sigarayı içine çekiyordu. Ne ironik değil mi?

Çok uzaklardan gelmeyen, muhtemel üzerinde oturmuş olduğumuz toprakta yetişen kara üzümden meydana gelen o şişe şarabın; kadehin hüzünlü eğrileri içinde nasılda dolaşıyor diye şaşırıyordum.Nasılda tek başına ayakta duruyor o mahsun neşesi ile, onca derdi içinde barındırırken.

Güneş öğle vakti tam tepede, evin içinde sivrisineğin biri duvar boyunca sendelerken ağır aksak kendi etrafında dönen pervanenin yarattığı ufak bir esinti; cılız parmaklarının oynaşması ile büyük bir senfoniyi tamamlıyor gibiydi. Gözümün içine giren öğle güneşi; başrol oyuncusunun tam üstüne vuran spot ışığı gibiydi. Rolümü oynamadan büyük bir oyun içinde çaresiz ve amatör gibiydim.

Son çektiği nefes ile filtresine gelen sigarının kültablasında ezilişini seyrettim. Bacaklarının arasında kalmış en az 20 senelik cam kültablası epeyce dolmuştu. Gayet normalmiş gibi ceviz sehpanın üstüne bıraktı kültablasını; son 13 sigarada yaptığı gibi. Bacaklarını topladı ve derin bir nefes daha aldı tepedeki pervaneden sanki bir hava geliyormuş gibi. Sivrisinek hala duvardaydı.

Sessizlik bir şişe şarap gibiydi. Boş kalan kısmı kadar büyük; dolu olan kısmı kadar değerli. Arkamı dönüp gitmek için ayağa kalktım. Bir kaç kelime etmeliyim diye düşünürken kendimi arka tarafta buldum. Ortancalar iri yapraklarıyla güneşe karşı koymaya çalışıyorlardı. Biraz boyunlarını bükmüşlerdi; ancak akşamüstü yeniden dirilceklerdi. Bunu bilerek boynu bükük ortancaları seyretmek hafif bir gülümsemeye sebebiyet veriyordu. 

Yakamadığım sigarayı dudaklarımda tutuyordum; son bir kaç saattir olduğu gibi. Nefes almaya fırsat yok gibi. Salona doğru bir kaç adım atacakken; karşı balkondan ince bir miyavlama sesi geliyordu. Sapsarı tüyleri içinde sarımtırak iri gözlerle bir kedi. Gözlerinin içine bakarak selamladım. Çok da umursamadı sanırım. Sigarayı yaktım. Çömelip bahçe kapısının mermerine oturdum. Öğle sıcağı ne de kavuruyordu insanı. Kaçmak ister gibi derin bir nefes alıp bıraktım sigarayı. Sonra çıplak ayakları geldi aklıma; nasıl da kusursuzlardı. Gezindiği topraklar üzerinde yetişen üzümlerden yaratılan o şarap gibi. Tek farkı o ayaklar çiğnememişti. Sigaram bittiğinde; ortancaların üstüne akşamüstü gölgesi vuruyordu. Biraz olsun gülümsedim.

Mart '15 / 1
22.03 / 01:35

Şubat 14, 2015

EEÇ Dönüyor

Hiç inanmadığım bir dünyayı yaşıyorum. İnandığım dünyaya beni bağlayan birkaç şey olan içkiye getirilen vergiler yüzünden maaşımın yarısını gözden çıkarmış olmam bile bakış açımı değiştiriyor. 2 yılı aşkın bir süredir ne elime kalem alıyorum; ne de klavyemin yağ kaplamış tuşlarının üzerine yapışmı toz parçalarını rahatsız ediyorum.Çünkü işin kolayın kaçıp ona buna bok atıyorum. Çok ilginç değil mi, onca yazımın arasında tek bir siyasi ifadenin bulunmuyor ve siyasetten nefret ediyorken şimdi siyasi bir muhalif olmam? Çünkü şu anki iktidar bunu istiyor, siyasetten uzaklaşmamı. Sanıyorum bunu şimdi anlıyorum. Üzüldüm.

İnsan Zeki Müren dinlerken rakı içer değil mi? Ancak evde içki kalmaz ise bir kutu Sprite içine bir miktar (ölçek vermiyorum) viski ve tekila koymak haksızlık olmasa gerek. Biraz amatörce biraz tedirgin uzun zamandır hangi yazı karakterini kullandığımı bile hatırlamıyorken aynı formatı tutturmayı çalışıyorum. Ulan ne pis, ne muhafazakar bir adamım oysa. 

Bu sefer kısa tutacağım. Bugün bazı değişiklikler yaptım hayatta. Mesela sarhoş oldum. Şaka şaka, Vodafone Arena'dan kombine bilet aldım. Kısmetse soğuktan donmazsak bu sene Olimpiyat Stadına, seneye de tamamlandığında eski evimizin yeni maabedine gidiyor olacağız. Tabiki de Passolig almak durumunda kaldım. O kadar da kötü değilmiş bu arada.Durmadan SMS ve E-Posta atmaları dışında.

İçime kapandığım her dönem bir şekilde dışarıya patlayarak yaşadım. Bu sefer sonuçlar, beklentilerin ne kadarını karşılayacak göreceğiz, ancak son bir kez düşlediğim dünyayı yaşayamıyor olmanın hayal kırıklığı; hayal ettiği dünyayı yaşayanlara karşı beslediğim kıskançlıkla kıyaslandığında çok korkutucu oluyor. Bilakis rahatlamam gerektiğini bile bile şükretme duygumun olmamasından kaynaklandığını düşündüğüm bir hikayenin henüz başını bile geçemediğimden korkuyorum.

Pos makinasına 4 haneli şifremi girdiğimde, hikaye bitiyor. Çok enteresan.

Şubat '15 / 1
14.02 / 00.02

Nisan 03, 2012

Tanrı

Tanrıyla aramda bir sorun varmış gibi yaşıyorum her daim. İlginç bir tecrübe aslına bakarsanız. O yapıyor ben bozuyorum; o veriyor ben yok ediyorum. Sonra yine üzülmek için uzun geceler ve dibsiz şarap kuyuları oluyor. Uzanıyorum dere kenarına. Kurbağalar yine sarhoş. Ay ince ince sızıyor poyrazın bile dağıtamadığı bulutların arasından. Adeta utangaç bir kız çocuğu gibi. Yanakları bile kızarmış. Yeni doğuyor henüz yükselememiş.

Sonra dere kenarında akan şırıltılı su var ya böyle içimden geçiyor. İçimdeki tüm herşeyi alsın götürsün derken beni daha çok karışıyor. İçim çamur oluyor adeta; aynı bir bahar günü gar durağında gözlerine baktığım gibi. Yine karışmıştım ama ses etmemiştim. Sonunda da bir daha toplayamadım.

Tanrıyla aramda kötü bir mesele yok aslına bakarsanız ben sadece fazla alınganım o fazla megoloman. O yüzden üstüne gitmiyorum ve yokmuş gibi davranıyorum. İkimiz için de en iyisi bu olacak diyorum her gece. Alınmıyordur umarım. Bazen onun için bir kadeh daha içiyorum. Unutmak değil de; dere kenarında yattığım gece gibi. Sen gelene kadar yalnızlık hani fena da değildi.

Bir kez daha gitmeyi deneyeceğim. Sonra döner miyim bilmiyorum. Ancak her şey sen gelene kadar güzeldi. Sen geldikten sonra muhteşem oldu. Şimdi sen yokken nasıl iyi olmasını beklersin? Adaletsizlikten öte haksızlık değil mi? Mükemmel bir dünyada kalburüstü yaşamak; mahvolmuş hayatlar içinde harikuladeyi oynamaktan..

Sıkıldım demiyorum; ancak yine de çok eğlendiğim söylenemez. Son kez ama ilk defa ciddi gidiyorum. Döner miyim bilmiyorum. Döndüğümde ben olur muyum hiç bilmiyorum.

Eğer ki o dere kurumaz ve kurbağalar sarhoş gezmeye devam ederse uğrarım bir ara. Uzanırım gökyüzüne karşı, ay ışığını süzerim. Ama eylülün sonu gibi olsun.Eylülde daha iyidir oralar. Gelmesen de olur ben senin yerine de yıkanırım. 

Sonra son bir kez daha derin bir nefes alıp bulanırım. Hani seni ilk gördüğümde gözlerinde olduğu gibi. Sen gelene kadar her şey güzeldi. Sonra mükemmel oldu. Şimdi paramparça.

Emin Emre ÇAKIR

Nisan '12 / 1
03.04 / 19.30
 

Şubat 09, 2012

Bir Gece Biterken

Gün olur bir rüyanın içine düşüverirsin, ne olduğunu anlamadan biraz şaşkın biraz yorgun belki de biraz uykulu. Sonra gözlerini açamadığından korkarsın, açtığında ise bulunduğun yerden. Ne biçim bir karanlıktır bu dersin içinden şaşkın bir ifadeyle, en parlak aydınlık senin önünde duruyorken aslında.
Sonra yürümeye başlarsın ince bir çizginin üzerinde, aşağıya baktığında bir kez daha korkarsın; çünkü yüksektesin, yalnızsın, çaresizsin ve küçüksün o koca dünyanın içinde. Düşmek üzeresin sallanıyorsun, çizginin sonuna gelmişsin yürüyorsun minik adımlarla; bildiğin halde sonunda duran dikenli güllerin arasından geçeceğini. Tam son adımı atarken boşlukta bulursun kendini yüzünü okşayan bir rüzgâr tüm korkunu hafifletirken yüreğindeki.
Gözlerini kapar beklersin. Uyanmak için belki. Tabi bu bir rüya ise gerçeğin içinde… Gözlerini tekrar açarsın yatağında olmak umuduyla; ancak koyu bir karanlık seni yutuyordur bilinçsizce. Ta ki o el seni tutana dek en amansız yerinde gecenin koyu mavi çölünde. Parmakların parmaklarıyla buluştuğu o an şimdiye kadar geçirdiğin en uzun, en mükemmel noktadır yaşamının içinde belki de unutulup gidecek zamanla. Ama sen unutmayacaksın seni kavrayan o eli zamanın birinde. Çünkü gözlerin gözlerine dokunduğunda, kalbin kalbe dayandığında geri dönüşü yoktur bunun rüya da olsa gerçek de. O parmakların ucundan gelen yaşam senin damarlarına akıyorken, nasıl olur da bırakmayı düşünebilirsin. Zaten o an bırakamayacağın, vazgeçemeyeceğin tek şey de odur. Belki bir zaman sonra, başka bir günde başka bir rüyada senin için önemsiz olacak o el şimdi vazgeçilemezindir.
O ele doğru uzanırken birden puslanır hava, ulaşamazsın bir türlü hedefine, adımların hızlanır, adımların sıklaşır...
Bir rüya gerçek olma aşamasında son bulur bir anda tam, senin korkuların dönüşürken bir hayale. Gözlerini kaparsın, durur durur ve yatarsın artık uzun uzun. Gözlerini açarsın yavaşça, uykulusun, yorgunsun, gerçeğin tam içinde artık bir rüyadasın. Ama dudaklarında bir tebessüm, uyuduğunda orada hiç bir zaman olmamış, bundan sonra hep olacak.

18.02.2005 / 23.55

Şubat '12 / 1

Eylül 17, 2011

İki Yarım Bir Oyun


Kasımın sonlarıydı. Her zaman olduğunun aksine soğuklar bu sene uğramamıştı buralara. Ilıktı. Ceketlerimizi geçirip çıkabiliyorduk sokağa. Belki en sevdiği hava değildi; fakat yine hiç yoktan iyiydi. Ben ise en çok bu havayı seviyordum. Terlemek hoşuma gitmiyordu ve ince bir ceketi üstüme geçirip, atkımla mutlu oluyordum. Genelde buluşma noktamız gün batımında, deniz kenarında oluyordu. On iki sene önce terk edilmiş bir tahtaları çürümüş bir iskelenin sonundaki harabe kulübe... İskele demişken bir sıra kalasın uç uca eklenmiş hali. Genelde her geçtiğimde düşmekten endişe ettiğim. Onunla huzur bulacağımı bilmesem... Evden bile çıkmazdım belki.

Haberlerden öğrendim bugün. Havalar bir kaç güne kalmaz bozacakmış. Sanırım önce yağmur ardından da soğukla beraber kar gelecek. Ah ne mutsuz günler bekliyordu onu. Dolayısıyla beni. Son şansımızdı bu. Kasımın son haftası, günlerden perşembe. Akşam yaklaşıyor; gök turunculaşıyordu. Bugün her zamankinin aksine açığa yakın bir hava vardı. Az sayıda grili beyazlı bulutlar tam gök yüzünün denile birleştiği yerden biraz yukarda öbekleşmiş, ben ise ceketimle ağır ağır yürüyordum sahilde. Her zamanki gibi onu kapıdan aldım. Muzip bir gülümseme ile koluma girdi. Olduğundan daha ağır yürüdük.

Merkezi geçip on beş dakika daha yürüdükten sonra kaldırımlı yoldan; taşlık sahile geçiş yaptık. Biraz sendeleyerek, ama tamamen sessizce yürüyüşümüze devam ettik. Ta ki çürümüş kalasların ince bir sicim gibi zar zor ayakta durduğu iskelenin başına gelene kadar. Dalyan dedikleri bu balıkçı evine zıplayarak bir kaç saniye içinde çıktıktan sonra; ben biraz korku ve endişe ile titreyen dizlerimle geçtim kalasları. Kulübeye girdiğimde her zamanki gibi tam iki duvarın kırılmış ahşapların arasında açılmış boşluğun ordaydı. Güneş tam oradan batıyordu. Sırtını güneye verip yaslandığında kırıp boşluk tam batıda kalıyor ve ufuk çizgisine inen güneş tam onun yüzüne vuruyordu. Ben de hemen bir kaç santim yanında onun bacaklarını benimkilerin arasına alıp yanaşırdım yamacına. Bu sefer de öyle yaptım. Giydiği dar lacivert kotu benim buz mavisi kotumun arasına alıp; ellerimi kırdığı dizlerine koydum. Güneş henüz üç beş metre yukarıda; bize son bir kaç kelime için zaman tanımıştı sanırım. Güneşin beklediği kadar biz beklemedik. Bekleseydik bugün burada olmayacaktık.

Güneşi son kez görmemize izin verecek bulutların arasında böyle bir güz havasını yaşıyorduk. Aşık değildik. Aşktan hiç bahsetmedik. Her sene geldiğinde hep ilk tuttuğu el benimki olurdu. Belki de aşk buydu. Hikâyeler yazıp, onları oynamak ve kurduğun hayallerin peşinden gitmek sevdiğin insanların peşinden gitmektense...

Güneş ufka teğet geldiğinde dizleri benim bacaklarımın arasında, ellerim dizlerinde ve elleri benimkilerin üstünde o ufka bakarken ben gözlerine bakıyordum. Kırık tahtaların arasından giren turuncu ışığın kamaştırdığı gözleri kısık; fakat bir o kadar ıslaktı. Ağlamaktan kaynaklanmıyordu. İçinde vardı. Neşesi vardı. "Bir mevsimin bittiği gün, eski hayallerin sonlandığı andır." diye fısıldadı. Nedense irkildim. "Hayaller bitmediği sürece; bizde yaşıyoruz." dedim sitemkar bir şekilde. Ardından ekledim biraz hayal kırıklığı ile " Bir mevsim bittiğinde; ardından diğeri başlar. Hayaller de böyledir." Huzursuzca kıpırdandı ama bir şey diyemedi. "Nasıl hayaller birbirine benzemiyorsa, mevsimler de benzemez. Hatta aynı iki mevsim bile birbirine benzemez." Sesim çıkmıyordu artık. O sözlerine devam ederken ben de dün o gittikten sonra aldığım bir şişe kırmızı şarabı sakladığım yerden iki adet plastik bardakla beraber çıkarmakla uğraşıyordum. " Çok da önemi yok. Hayaller kuramıyor olsaydık her sene burada aşıklar gibi oturuyor olmazdık." dediğinde artık turunculuk laciverte dönüyordu ve içerisi karanlığa bürünüyordu.

Bir kaç dakika içinde içerisi epey loşlaştı. Ben şarabı çıkardığımda şaşırdı; fakat her zaman olduğu gibi sesini çıkarmadan sadece gülümsedi. O sırtını bu kez kırık duvara verdiğinde ben de ona doğru yaslandım bacaklarına dayanarak. Şaraplarımız elimizde ilk bardakları hızlıca bitirmiş bir şekilde sadece nefes seslerimizi duyabiliyorduk. " Sarı tişörtünün üzerinde mor hırkası vardı. Her zamanki gibi tatlı tatlı kokuyordu. En çok koklamayı seviyordum. O dinlemeyi her zamanki gibi...

Birbirimizi göremediğimiz de şarap bitmişti. Bu gece çok hızlı içmiştik. Yorgunduk, hüzünlüydük; fakat nedense yarın hiç yokmuş gibi davranıyorduk. Burnumu boynuna dayadığıma fısıldadım: "Koku senden mi geliyor yoksa direkt sen mi artık ayırt edemiyorum." Kokladım. "Her sene aylarca uzakta oluyorsun; fakat her seferinde bu koku sanki tüm sene yanımdaymış gibi yine benimle bütünleşiyor. Anlayamıyorum." diye sızlandığımda hiç cevap vermedi. Bir kaç dakika geçtiğinde teninin her zerresindeki koku tanelerini burnuma çekmiştim. "Dudaklarımdaki hafif nahoş şarap tadı, seninkilerle tamamlanmadığında hiç bir zaman iyi bir şarap tadı almayacak." dedi çatallı bir sesle. " Bazı şeyler vardır bütünleştiğinde işe yarar. Parçalanınca dağılır. Lego gibi. Makine gibi." Yüzünü bana çevirdi. Hiçbir şey görmediğim halde tek seferde dudaklarım aralanmış dudaklarında papazkarasının tadını aldı.

Ne kadar zaman geçti, ne kadar şarap içtik ne kadar öpüştük idrak edemediğim bir yana; bu gece neden hiç bitmiyordu onu da anlamıyordum. Kollarımın arasında çaresizce yatıyor gibiydi. Oysa yüzüne ışık vurduğunda ne kadar kararlı olduğunu görüyor olurdum. Kokladığım teninde dudaklarımla bıraktığım tat hiç bir zaman vazgeçebileceği bir şey olmamıştı. Fakat bu kararlılığı nasıl buluyordu anlamıyorum. Sonra yine geliyordu. Aynı kokuyordu hem de. Aynı şekilde öpüşüyordu. Bu hayallerin arasında kaybolduğum bir sırada irkilmeme sebep oldu:" Mevsimler tek bir bütün olmadığı sürece biz de hep iki parça olarak kalacağız." Kıpırdandı. Sanırım ağlıyordu. Daha önce hiç ağlamamıştı. "Bir bütün olabildiğimiz zamanlarda da harika bir öykü yazıyorsun. İnan her öykünün sonunda başka bir öykünün başlayacağını bilmesem buna dayanamazdım. Çok iyi yazıyor ve çok güzel oynuyorsun. Aynı aşıklar gibi."

Bu sözler hala aklımda. Zihnim her oyununda bunları önüme tekrar tekrar koyuyor. Şimdi buralarda havalar epey soğuk. Kar bile yağdı. Henüz ilk mektubu gelmişti. Her zaman olduğu gibi tekrarlıyordu. Bizim oyunumuzda bir son yok. Bizde bir son yok. Her sonbahar sararan yaprakların ardından nasıl ağıt yakmıyorsam, bir ilkbaharın geleceğini bilerek onun da geleceğini biliyorum. Fakat mevsimler bütün olmadan, biz nasıl bir bütün olacağız? Diğer yarım olması, bir bütün olduğumuzu göstermiyor. Hep diğer yarım olarak kalacaksa... Mevsimleri saymaya devam edeceğiz.

Mart ’10 / 2
05.03 / 02.45

Eylül 15, 2011

Tuhaf Bir Sabah

    Nereden başlayacağımı bilemiyorum. İnsanın durduğu yerde yol bitermiş. İnanmak istediği şeylere inanırmış insan ve kanatırmış kendini. Usturayla traj eder gibi kendini. Nerede duracağımı da bilmiyorum. Bir Keyser Söze varmış, insanlığa kendinin bir yalan olduğuna inandırmış. Sonra.. Sonra da bir toz misali yok olup gitmiş.

   Bir EEÇ yok aslında. Buna kendinizi inandırın. Şu an çok yalnız ve bir o kadar ayık yazıyorum. Kendimden de nefret etmiyorum. Sadece saatlerdir uykusuz, saatlerdir bu odada yalnızım. Herkes uyuyor, ben nefes almaya çalışıyıyorum. Ama bu yalnızlığımda neyi mi farkettim? Var olmadığıma! Şu ana dek hep insanlar varlığımdan üzüldüler ya da sıkıldılar. Yokluğum en fazla hüzün getirir o da bir yalanın izleri gibi geçer gider. Bir sigara yakardım; ama onu da içmeyi beceremiyorum, piç ediyorum.
    Bitlis ve Adıyaman tütünü var evde. Uzun zamandır sarıp içmiyoruz. Bitlis daha hafif böyle genizde buruk bir tat bırakmıyor. Adıyaman öyle pis öyle lanet ki.. Yok yok abarttığım kadar değil. Ben demli, 3 şekerli çayımla devam ediyorum.

    İlk defa girdiğim bu evi, adeta kendi evimmiş gibi benimsedim. Buraya yerleşebilirim. Mümkün olsa tabi. Ama yine de bir Anadolu çocuğu olamadım. Beşiktaş'ta olduğum gibi olamıyorum hiç bir yerde. Mürefte hariç. Sanırım sarhoşken çok da fark etmiyor. Bu arada mesafelerin aslında Can Dündar'ın da dediği gibi çok uzak olmadığını görüyorum. Yeter ki bir birini anlamayan iki kafa kadar uzak olmasın. Tutuyorum ellerinden. Çünkü tutmak istiyorum. Sırf ben istiyorum diye sen de tutsan. Ama Nietzsche ne demiş? Bir köprünün iki ucunda tam birbirimize adım atacakken; gel desem sana işte o köprü uzadıkça uzar, araya duvarlar girer ayakların geri gider. Tut demeyeceğim bu yüzden.

    Yalnızım. İçeride herkes uyuyor. Biri çok mutlu muhtemelen. Yarın gitmek bile istemiyor. Diğeri çok arada derede. Kafası o kadar karışık ki, yüreği ile kafası arasında gidip geliyor. Bir diğeri ise çok tuhaf. Şaşırmış biraz. Sessiz bir fırtına yaşıyor. Limanına sığınmış bir nevi. Kimseyi sokmuyor. Ben? Hala uyumadım. Ne uyumak istedim; ne uykum geldi. Hayat tuhaf!
    5-6 saat önce yeşil Carlsberg şişesi elimde patlamış mısır yerken içimde olan huzurdan zerre kalmadı. Bir çocuk gibi içim kıpır kıpır. Ancak bu sevinçten değil bu yalancı yalnızlığı; yarın gerçeğine değişecek olmamdan.

          Biraz hüzün, biraz melankoli ve şiddet içimde durduramadığım. Sürekli içimi kemiren. Huysuzlaştıran ve psikopatlaştıran. Bugün uyumayacağım. Uykumun olmaması ya da uyumak istemememden değil . Uyumadığım zaman; uyanmak zorunda da kalmamadandır. Gözümde çapak olmasını istememeden kesinlikle.

Eylül '11 / 2
15.09 / 09.00