Ocak 25, 2010

Bergomat Aromalı Çayım

Taksim hayallerim vardı. Epey olmuştu şöyle gidip bir kahve ya da bira içmeyeli. Bunun gazıyla da planlar falan yapmıştık. Bir de tabi meteorolojinin verdiği "kar azalacak"  çoşkusuyla çıkarız yollara; hem beyaz bir taksim manzararası yaşarız hem de gezeriz diye düşündük. Yanıldık tabi.

Sabah uyancağım saate dakikalar kala, yani henüz daha alarmım çalmamışken sevgili dostumdan gelen "evde mahsur kaldım" mesajını uyku sersemi hem biraz abartılı buldum hem de "ulan ne soğuk olmuş, yollar dondan felaket" heralde düşünceleriyle yüzümü yıkamaya kalktım.

Musluğun açma kapama kolunu sıcak suyun hayaliyle tamemen sola dayalı bir halde yukarıya çektim; ancak yarı buğulu gözlerimin şofbendeki 20 ° C'ki göstergeyi fark etmesi ile ufak bir hayal kırıklığının eşliğine loş havasız odamın camına doğru geldim. Güneşli fakat dondurucu soğuğu olan bir hava bekliyordum. Perdeyi açtım.

İlk başta ışık; yani güneş gözlerimi kamaştırdı sandım. Fakat hayır, dehşet bir şekilde kar yağıyordu. Evet, hem de o olay yarattıkları felaket senaryoları yazdıkları cumartesi günkü kar miktarından kat ve kat daha fazla. Şaka heralde ya da uyku sersemiyim hala diye düşündüm. Çayımı içer daha mantıklı düşünürüm diye planlar yaparken sevgili dostumun mesajı aklıma geldi. "Evde mahsur kaldım." Oy diye söylenerek acı gerçeği kabullendim. Her ne kadar sevgili vali ve başkanlarımızın sevdiği bir tabir olan "Ana arterler tümüyle açık." haberlerine rağmen bugün kar topu oynamak ve kaymak dışında bir aktivite için dışarı çıkmak pek de uygun değildi. Çayımı aldım. Bergomat aromalı tomurcuk çayımla karıştırarak demlediğim çayımı...

Sevdiğim dizilerden arka arkaya bir kaç bölüm seyredip, sevdiğim sıcak içecek olan çayımdan bir kaç kupa içip ardından da en sevdiğim olan evde pineklemeyi gerçekleştiririm diye düşündüm. Bir an bu düşüncelerin arasında tamamen kaybolup farklı bir dünyanın içindeymişçesine coştum. Sokağa çıkıp karların arasında yuvarlanmayı ve ya Kadıköy'e inip muhteşem İstanbul manzaralarından bir kaçını sevgili Canon'um ile yakalamayı...

Tüm düşüncelerimden sıyrıldığımda aklımda çokça keyifli fikir ve bir o kadar üşengeç br ruh hali vardı. Sanırım en iyisi yine evde pineklemek; belki akşam yemeğinde olacak muhtemel kekikli bonfilenin yanında içilebilcek bir çeşit şarap  oluşturmak. Hazır elimde olan bir kaç sıcak şarap tarifi için evde bazı baharatları ve portakal kabuğu gibi olmazsa olmazları gözden geçirirken bir gerçeği fark ettim. Tüm bu karmaşık planlar ve bir o kadar uzakta görünen geleceğin içinde bir şimdiki zaman var ve o şimdiki zamanın içinde, elinde bergomat aromalı çay ile karıştırılarak demlenmiş bir kupa çayla ben.

Ocak '10 / 4
25.01 / 18.25  

Ocak 18, 2010

Sodamı Limonlu Seviyorum; Limonlu Sodayı değil...


Son zamanlarda izlediğim en küfürlü, pis dizinin 2-3 bölümünü arka arkaya seyrettikten sonra, içeriye ses gitmesin diye kapattığım kapının da etkisiyle minik odamın sauna etkisi yaratmış atmosferinden dışarıya attım kendimi. Çıplak ayaklarımla geç gelen kışın getirdiği soğukla buz kesmiş taş zeminin üstünden geçince az önceki atmosferin etkisiyle bir şok yaşadım. Soğuk belimden yukarıya henüz ulaşmıştı ki; açtığım buzdolabının kapağıyla üst yarım da serinlemiş oldu. Sanırım aldığım oksijeni de şimdi hissedebildim. Fakat içim hala yanıyordu. Aşk ile acı ile ya da özlem ile değil. Tamamen sıcak ile yanıyordu içim. Buzdolabının kapağını açana dek.

Buzdolabının alt yarısının en üst rafında Abbas rakı şişesinin her iki yanınasıralanmış soda şişelerinden üstünde sade yazanına doğru uzandım. Normalde sodamı limonlu içmeyi sevmeme rağmen limonlu sodadan nefret eden tek kişiyim heralde. Huzursuzluğumun etkisiyle sertçe mermer zemine koyduğum şişenin gürültülü sesinyle beraber kaptığım yarım limonun suyu ve iki parça buzu şeffaf mavimsi irice barğımın içine boşalttım. En sonunda sodamı da bardağa boşalttığımda buz kesmiş ayaklarımın üstünde salondaki kanepenin üzerine bilgisayarımın antibakteriyel klavyesine basmak üzere uzandım.

Dünya üzerindeki herhangi bir klavyenin harflerine basarak oluşturulmuş bir yazı hiç bir zaman yarısı kırılarak dişlenmiş ucu yok denecek kadar az eski bir kurşun kalemle yazılmış yazı kadar kolay gelmemiştir. Elimdeki bir kalemle yazdığım hikayem, kar sularının beslediği bir ırmak kadar coşkulu akıyor. O yüzden çoğu zaman önce doğum günümde annemlerin aldığı dolma kalemle saman kağıda yazıyorum ve sonra buraya aktarıyorum. Ya da karikatür çizerleri gibi önce eskizini karalıyorum yırtık bir sayfaya sonra yazıyorum dijital ortama. Zor geliyor.

Yazması değil ama paylaşması kolay oluyor. O zaman saman kağıda yazıp, burada paylaşsam olmuyor mu? Çok pipirikli bir herifim. Karar veremiyorum her istediğimde. 6-7 sene öncesinin bir kaç yazısının mürekkeplerinin silindiğini görünce buraya geliyorum. Sonra dijitla kıyamet dedikleri tüm dijital verilerin bir anda uçup gittiği bir yangın akla gelince de... 

Şeffaf mavimsi bardağımın dibinde sıktığım limonun bir kaç lifi kaldığımda içimi sodayla serinletmiş; bedenimi iki büklüm etmiş ve en önemlisi aklımdan geçen bazı fikirleri yazıya dökmüştüm. İsteğim ve dilediğim belki saman kağıttı ama kısmetim dijital ortam oldu. İkisini de seviyorum. Fırsatım olunca iki türlü de yazıyorum. Belki bir gün param olursa dijital tablet alırım; o zaman hem kalemle yazmış hem de dijital ortama yazmış olurum. Nasıl yeni sevgili eskisinin yerini tutmuyorsa; tablet kalemi de mürekkebin yerini tutmaz elbet. Ama bir sevgili gidiyorsa da yatağa yalnız girmek gerekmiyor. Mürekkebim biterse başka kalemle de yazarım elbet. Birileri okusun yeter. 

Ocak '10 / 2
18.01 / 23.55

Ocak 13, 2010

Perdelerimi Açıyorum

Şu sıralar daha fazla karanlıklar içindeyim. Aslında bu tamamiyle kendi seçimim. Bir sokağın ortasında yürüdüğünüzü hayal edin. Hatta bu sokak İstiklal Caddesi olsun. Bilirsiniz; kışın pek olmaz ama baharla beraber güneş tepeye yaklaştı mı caddenin bir kenarı boydan boya parıldar. Diğer tarafı ise gölgedir. İşte bir takım insanlar gölgeden yürür bir kısmı ise güneşte aydınlıktan.


Belki de kendi seçimlerimle beraber daha fazla gölgede yürür oldum. Her neyse çoğu zaman pek şikayet etmedim zaten. Geceleri, karanlığı ve sabaha kadar süren o muhabetleri seviyorum. Peki derdim ne şimdi? Aydınlığa olan özlem mi; yoksa sadece karanlıkta olmamdan dolayı artık daha karanlığı istemem mi?

Sıkça olur. Aydınlıktan karanlığa girildi mi önce bir koyu siyah hapseder; sonra bir duman gibi açılır öteye doğru. Giderek genişler. Karanlık artık sadece başkaları içindir. Karanlığın içinde olan içinse bir yaşam alanı. Ya tekrar aydınlığa çıkmak gerekirse. Ben buna cesaret edemedim uzun zamandır. Karanlıkta tanıştım insanlarla; karanlıkta seviştim dumanlı yüzlerin sahip olduğu bedenlerle. Bir gün ki o gün bugün olabilir, aydınlığa çıktığımda gözlerim acıyacak eminim. Yanacak belki. Ben sokağın gölge tarafından diğer tarafına geçerken yalpalayacağım yalpalarken de başka insanlara çarpacağım. 

Bir uyuşturucu gibi karanlığın sessizliğine, sadeliğine ve derinliğine öyle alıştım ki; şimdi aydınlığa, gürültüye ve karmaşaya alışabileceğimi hiç sanmıyorum. Fakat bazı gerçekler ortada. Karanlıkta kaldıkça uyuşuk bir ruh haliyle, siyah-beyaz bir siluetle kandırıyorum kendimi. Sözlerimle kandırıyorum. 

Bu karanlık etrafımda kendi kayıtsızlığımla aydınlandıkça; gerçek aydınlığı bulmak daha da zorlaşıyor. Ben şimdi çıkmazsam hiç bir zaman çıkamayabilirim. Öyleyse yüreğimin acıyacağına; gözlerimi yanmasını tercih ediyorum. Perdelerimi açıyorum kadifeden bordo olanları.

Ocak '10 / 1
13.01 / 22:46