Şubat 26, 2010

Gidenler ve Kalanlar


Aşk fena halde savrulmaktır. Kontrolünü yitirmek ve bunu bile bile onu tekrar ele alamamaktır. İnsanın iç dengeleri değişir; herhangi bir dış etken olmadan bir o yana bir bu yana dağılır kişi. Bildiğimiz darbelere hiç benzemez. Parçalanmalar bir bombanın infilak etmesi gibi değildir, savrulmalar bir fırtınanın sürüklediği bir çatı gibi değildir. Aşk aslında bildiğimiz tüm fizik kuralları ve inandığımız tüm doğruların dışında kalan bir olgu. Madde ya da duygu demek için yeterli kadar bilgiye sahip değiliz henüz.
Aşk acı çekmektir. Aşkın yüzlerce çeşidi var. Yıllar boyunca birçok şair ve yazar bu çeşitleri dile getirmeye çalışmış. Belki başarılı olmuşlar; çoğu zaman istedikleri gibi olmamış. Ancak ister bağlanmak olsun, ister gözü kör olmak; ya da onun yanında güvende hissetmek… Hangi türlüsü olursa olsun, sonunda acı çeker kişi. Aşk biraz çocuksudur; saflığın ve sadakatin temellerinde büyür. Büyüdükçe ağırlaşır taşımak zorlaşır. Temel taşlardan herhangi biri zedelendiği zaman ise insan taşıyamaz bu aşkı ve sonu acıdır. Canını acıtır.
Aşk bir çeşit bağımlılıktır. Alkol ya da uyuşturucuya hiç benzemez. Çoğu şair sigarayla bütünleştirir; fakat nikotin gibi bağlayıcılığı olsa bile pis bir kokusu yoktur. Tam tersine âşık olduğun kişi ve ya şeyin kusurlarını gizler. Eksikleri ve yanlışları artık göremez olursun. Bir tek doğru odur. Onun etrafında belli bir eksende döndükçe o aşkı daha büyütemezsin. Oysa bu satırları âşık biri olarak yazamazsın. İşte bu da kısır döngüdür. O aşktan sıyrılıp, kuş bakışı bakmak gerekir. İroni de bu değil midir? Aşk delicesine uçurur ve kanatları varmış gibi tepelere taşırken, biz nasıl oluyor da en sığ yerden bakıyoruz hayatlarımıza?
Aşk fena halde özlemektir. Sadece uzaktayken değil, yan yanayken bile özlüyor insan. Öpüşürken konuşmayı, konuşurken dokunmayı ve sevişirken hayal kurmayı… Uzakta olmak aşk için çok da kötü değildir çoğu zaman. “En uzak mesafe birbirini anlamayan iki kafa arasındadır.” demiş Can Dündar. Saatler ve dakikalar da yavaşlar ya da hızlanır kolaylıkla aşk olduğunda. Aşk olduğunda, geride kalan gideni özler. İşte bu yüzden hep biri gider; kalan savrulur, acı çeker, uyuşturucu bulamamış bir bağımlı gibi titrer ve fena halde özler. İki tara da acı çeker.

Şubat ’10 / 2
26.02 / 02.20

Şubat 11, 2010

Yasal Gürültü Sınırı

"Gürültü etmeyin!" telkini ile konuşmaya başladığımız ilk yıllarda ebeveynlerimiz tarafından tanıştırıldık. Yıllar geçti, büyüdük. Defalarca farklı insanlarla farklı ortamlarda çeşitli mevzular hakkında konuştuk. Kavgalar ettik, azarlar işittik. Sonuç olarak aynı anlama gelen sözcükler öbeği ya da ünlem sözleriyle karşılaştık. "Gürültü etmeyin!", denildi yıllarca. Bir düşünüce bebeklik çağımızın bittiği, konuşmaya başladığımız çocukluk çağımızın ilk günlerinden; okul yıllarımız boyunca sürecek şekilde gençlik yıllarımızın sonuna kadar işittik bu ünlemi. Hep kızdık, hiç anlamadık. 
 
Evde salonda otururken bir gün dayım; okulda boş derste muhabbet ederken nöbetçi öğretmen; kantinde dedikodu yaparken bir veli; mahallede köşe başında kahkahalar atarken yaşlı bir amca söyleyiverir:"Gürültü etmeyin!"
 
Bir keresinde de orta yaş grubunun bir kademe üstü insanlar tarafından gürültülü müzik olarak nitelendiren, genellikle halk arasında kedi kesenlerin müziği; yani kendi aramızda "rock / metal" dediğimiz müzik tarzını henüz müzik setinin sınırlarını zorlamadığım esnada üstü komşunun sitemli "Gürültü etme!" telkiniyle karşılaşmıştım.
 
Çok sonraları kalabalık bir genç grubunun bir apartman dairesinde başlarında veli ve ya ebeveynleri olmadan kalmaları durumunda bu telkinin sitemkarlık sınırlarından öfkeye geçmesi muhtemel bir duygu seliyle karşımıza çıktığını gördüm. En tehlikelisi de oklava ya da benzeri bir cisim ile tavan/zemine vurma şeklinde yapılmış uyarının ardından geleni idi. 
Hatta işi büyüttüğümüz ve komşulara göre "gürültü" yaptığımız zamanların birinde, sevgili komşularımızın devletin güvenlik görevlisi olarak nitelendirdiği polis memurlarına haber vermesi ile sonlanmıştı. İş tatlıya çabuk bağlandı tabi. Tekrar etmeme şartı ile elbette.
Sokakta bir kaç kez kimlik kontrolü ve ehliyet almak için emniyete gittiğim sırada ilk defa polis memurlarıyla işi düşen biri olarak ben bu konuda oldukça hayıflanmış ve kendime yedirememiştim. Üst komşunun 5-6 yaşlarındaki salak veledi koşturup terliklerle mermer taş üzerinde tepinirken çıkarttığı sesler "gürültü" olarak nitelendirilmiyor; fakat bahsettiğim günün her saati ve sürekli olan bu seslerin yanında haftada en çok bir kere olmak şartıyla üç beş arkadaşın azıtması gürültü oluyordu. Bu hiç adil değildi.
 
Sonra bir gün hayatıma tadilat diye bir kavram girdi. Daha çok baba ve dedelerimiz tarafından tamirat olarak geçen bu kavram, batıya yaklaştığımız bu yüzyılda özellikle boyutu büyük ve süre olarak bir kaç günü kapsıyorsa tadilat olarak anıldı. Hayatımıza girdiği o dönemlerde yaşantımı kısıtlaması, sabah erken uyanmak zorunda olmam ve tüm eşyaların evin herhangi bir yerinde olması nedeniyle hoşuma gitmemişti. Keyifli olmadı hiç.
Bir gün büyüdük sonra. Kendi ayaklarımızın üstünde durma yaşları gelmişti. Biraz daha özgürdüm. Maddi değil ama manevi diyelim. Hayatın her yanında olduğu gibi olumsuzluk yaratan bir olaydan da olumlu düşünceler çıkarılabileceği fikri beynimde dolaşmaya başladı. Evet, evet hem de düşündükçe keyif aldığım meselelerdi bu.
 
Apartmanda yaşayan sakinler, özellikle de orta yaşını geçirmiş amca ve teyzeler genelde apartman rutininde olmayan herhangi bir ses oluştuğu anda bir doktor edasıyla bunu "gürültü" olarak nitelendirip, hemen rahatsız olurlar. Fakat o gün apartmanın bir yerinde ya da apartmandaki dairelerin birinde bir tadilat yapılıyorsa; gürültü ne kadar şiddetli olursa olsun orda yaşayan kimse şikayet etmiyordu. Aman tanrım ne kadar ilginç. Oysa biz gençlerin sabahın ilk ışıklarıyla yatağa girmiş bünyelerinin daha henüz bir kaç saat geçtikten sonra çekiç ve matkap sesleriyle uyanması ne kadar da korkunç.
Devletin, vatandaşlarını korumak amacıyla işletme ve insanlara günün her saati farklı ölçülerde bir gürültü sınırı koyduğunu hatırlarsak ve bu gürültü şiddetinin desibel denilen bir birim ile ölçülerek bu sınırın kontrolünün sağlandığını bilirsek şu noktaya varmak istiyorum: Apartman sakinlerinin ve sorumlu yaşlıların koyduğu ve katı kurallar çerçevesinde kontrol ettiği "Apartman Gürültü Sınırı" tadilat zamanlarında yasal(?!) olarak delinebilmektedir. İşte ben de bunu seviyorum. Tadilat günleri kendi odama kapanıp, son ses açtığım müziğim ya da duvar son hızla fırlattığım topumun çıkardığı seslerin yasal olarak "gürültü" sayılmaması...
 
Şimdlerde hobi olarak haftada 2-3 gün evde tadilat etkinlikleri düzenleyip, istediğim gibi kimse kızmadan gürültü yapabiliyorum. En azından stres atıyorum. Çok yaşayın tadilat zamanı gürültüye izin veren apartman sakinleri; çok yaşa demokrasi. Ne çareler tükeniyor, ne fırsatlar.

Şubat '10 / 2
11.02 / 14.35