Eylül 17, 2011

İki Yarım Bir Oyun


Kasımın sonlarıydı. Her zaman olduğunun aksine soğuklar bu sene uğramamıştı buralara. Ilıktı. Ceketlerimizi geçirip çıkabiliyorduk sokağa. Belki en sevdiği hava değildi; fakat yine hiç yoktan iyiydi. Ben ise en çok bu havayı seviyordum. Terlemek hoşuma gitmiyordu ve ince bir ceketi üstüme geçirip, atkımla mutlu oluyordum. Genelde buluşma noktamız gün batımında, deniz kenarında oluyordu. On iki sene önce terk edilmiş bir tahtaları çürümüş bir iskelenin sonundaki harabe kulübe... İskele demişken bir sıra kalasın uç uca eklenmiş hali. Genelde her geçtiğimde düşmekten endişe ettiğim. Onunla huzur bulacağımı bilmesem... Evden bile çıkmazdım belki.

Haberlerden öğrendim bugün. Havalar bir kaç güne kalmaz bozacakmış. Sanırım önce yağmur ardından da soğukla beraber kar gelecek. Ah ne mutsuz günler bekliyordu onu. Dolayısıyla beni. Son şansımızdı bu. Kasımın son haftası, günlerden perşembe. Akşam yaklaşıyor; gök turunculaşıyordu. Bugün her zamankinin aksine açığa yakın bir hava vardı. Az sayıda grili beyazlı bulutlar tam gök yüzünün denile birleştiği yerden biraz yukarda öbekleşmiş, ben ise ceketimle ağır ağır yürüyordum sahilde. Her zamanki gibi onu kapıdan aldım. Muzip bir gülümseme ile koluma girdi. Olduğundan daha ağır yürüdük.

Merkezi geçip on beş dakika daha yürüdükten sonra kaldırımlı yoldan; taşlık sahile geçiş yaptık. Biraz sendeleyerek, ama tamamen sessizce yürüyüşümüze devam ettik. Ta ki çürümüş kalasların ince bir sicim gibi zar zor ayakta durduğu iskelenin başına gelene kadar. Dalyan dedikleri bu balıkçı evine zıplayarak bir kaç saniye içinde çıktıktan sonra; ben biraz korku ve endişe ile titreyen dizlerimle geçtim kalasları. Kulübeye girdiğimde her zamanki gibi tam iki duvarın kırılmış ahşapların arasında açılmış boşluğun ordaydı. Güneş tam oradan batıyordu. Sırtını güneye verip yaslandığında kırıp boşluk tam batıda kalıyor ve ufuk çizgisine inen güneş tam onun yüzüne vuruyordu. Ben de hemen bir kaç santim yanında onun bacaklarını benimkilerin arasına alıp yanaşırdım yamacına. Bu sefer de öyle yaptım. Giydiği dar lacivert kotu benim buz mavisi kotumun arasına alıp; ellerimi kırdığı dizlerine koydum. Güneş henüz üç beş metre yukarıda; bize son bir kaç kelime için zaman tanımıştı sanırım. Güneşin beklediği kadar biz beklemedik. Bekleseydik bugün burada olmayacaktık.

Güneşi son kez görmemize izin verecek bulutların arasında böyle bir güz havasını yaşıyorduk. Aşık değildik. Aşktan hiç bahsetmedik. Her sene geldiğinde hep ilk tuttuğu el benimki olurdu. Belki de aşk buydu. Hikâyeler yazıp, onları oynamak ve kurduğun hayallerin peşinden gitmek sevdiğin insanların peşinden gitmektense...

Güneş ufka teğet geldiğinde dizleri benim bacaklarımın arasında, ellerim dizlerinde ve elleri benimkilerin üstünde o ufka bakarken ben gözlerine bakıyordum. Kırık tahtaların arasından giren turuncu ışığın kamaştırdığı gözleri kısık; fakat bir o kadar ıslaktı. Ağlamaktan kaynaklanmıyordu. İçinde vardı. Neşesi vardı. "Bir mevsimin bittiği gün, eski hayallerin sonlandığı andır." diye fısıldadı. Nedense irkildim. "Hayaller bitmediği sürece; bizde yaşıyoruz." dedim sitemkar bir şekilde. Ardından ekledim biraz hayal kırıklığı ile " Bir mevsim bittiğinde; ardından diğeri başlar. Hayaller de böyledir." Huzursuzca kıpırdandı ama bir şey diyemedi. "Nasıl hayaller birbirine benzemiyorsa, mevsimler de benzemez. Hatta aynı iki mevsim bile birbirine benzemez." Sesim çıkmıyordu artık. O sözlerine devam ederken ben de dün o gittikten sonra aldığım bir şişe kırmızı şarabı sakladığım yerden iki adet plastik bardakla beraber çıkarmakla uğraşıyordum. " Çok da önemi yok. Hayaller kuramıyor olsaydık her sene burada aşıklar gibi oturuyor olmazdık." dediğinde artık turunculuk laciverte dönüyordu ve içerisi karanlığa bürünüyordu.

Bir kaç dakika içinde içerisi epey loşlaştı. Ben şarabı çıkardığımda şaşırdı; fakat her zaman olduğu gibi sesini çıkarmadan sadece gülümsedi. O sırtını bu kez kırık duvara verdiğinde ben de ona doğru yaslandım bacaklarına dayanarak. Şaraplarımız elimizde ilk bardakları hızlıca bitirmiş bir şekilde sadece nefes seslerimizi duyabiliyorduk. " Sarı tişörtünün üzerinde mor hırkası vardı. Her zamanki gibi tatlı tatlı kokuyordu. En çok koklamayı seviyordum. O dinlemeyi her zamanki gibi...

Birbirimizi göremediğimiz de şarap bitmişti. Bu gece çok hızlı içmiştik. Yorgunduk, hüzünlüydük; fakat nedense yarın hiç yokmuş gibi davranıyorduk. Burnumu boynuna dayadığıma fısıldadım: "Koku senden mi geliyor yoksa direkt sen mi artık ayırt edemiyorum." Kokladım. "Her sene aylarca uzakta oluyorsun; fakat her seferinde bu koku sanki tüm sene yanımdaymış gibi yine benimle bütünleşiyor. Anlayamıyorum." diye sızlandığımda hiç cevap vermedi. Bir kaç dakika geçtiğinde teninin her zerresindeki koku tanelerini burnuma çekmiştim. "Dudaklarımdaki hafif nahoş şarap tadı, seninkilerle tamamlanmadığında hiç bir zaman iyi bir şarap tadı almayacak." dedi çatallı bir sesle. " Bazı şeyler vardır bütünleştiğinde işe yarar. Parçalanınca dağılır. Lego gibi. Makine gibi." Yüzünü bana çevirdi. Hiçbir şey görmediğim halde tek seferde dudaklarım aralanmış dudaklarında papazkarasının tadını aldı.

Ne kadar zaman geçti, ne kadar şarap içtik ne kadar öpüştük idrak edemediğim bir yana; bu gece neden hiç bitmiyordu onu da anlamıyordum. Kollarımın arasında çaresizce yatıyor gibiydi. Oysa yüzüne ışık vurduğunda ne kadar kararlı olduğunu görüyor olurdum. Kokladığım teninde dudaklarımla bıraktığım tat hiç bir zaman vazgeçebileceği bir şey olmamıştı. Fakat bu kararlılığı nasıl buluyordu anlamıyorum. Sonra yine geliyordu. Aynı kokuyordu hem de. Aynı şekilde öpüşüyordu. Bu hayallerin arasında kaybolduğum bir sırada irkilmeme sebep oldu:" Mevsimler tek bir bütün olmadığı sürece biz de hep iki parça olarak kalacağız." Kıpırdandı. Sanırım ağlıyordu. Daha önce hiç ağlamamıştı. "Bir bütün olabildiğimiz zamanlarda da harika bir öykü yazıyorsun. İnan her öykünün sonunda başka bir öykünün başlayacağını bilmesem buna dayanamazdım. Çok iyi yazıyor ve çok güzel oynuyorsun. Aynı aşıklar gibi."

Bu sözler hala aklımda. Zihnim her oyununda bunları önüme tekrar tekrar koyuyor. Şimdi buralarda havalar epey soğuk. Kar bile yağdı. Henüz ilk mektubu gelmişti. Her zaman olduğu gibi tekrarlıyordu. Bizim oyunumuzda bir son yok. Bizde bir son yok. Her sonbahar sararan yaprakların ardından nasıl ağıt yakmıyorsam, bir ilkbaharın geleceğini bilerek onun da geleceğini biliyorum. Fakat mevsimler bütün olmadan, biz nasıl bir bütün olacağız? Diğer yarım olması, bir bütün olduğumuzu göstermiyor. Hep diğer yarım olarak kalacaksa... Mevsimleri saymaya devam edeceğiz.

Mart ’10 / 2
05.03 / 02.45

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder